Kim neyi nasıl bulmuş?

Başlatan TeXaS, Nis 20, 2009, 05:54 ÖS

« önceki - sonraki »

TeXaS

LENSİN İCADI
Dünya üzerindeki insanların %75'inde az ya da çok göz kusuru bulunuyor. Yazımızda tarih öncesi devirlerden beri bu sorunla mücadele etmeye çalışan insanoğlunun ilkel bir icat olan gözlükten kurtulma serüvenini bulacaksınız.
Gözlük takan bir kişinin en temelde mantık olarak iki temel beklentisi vardır. Birincisi net görme, ikincisi de dışardan "net" görünme. İnsanlar gözlük kullanmaya başladıklarından beri hep gözlükle nasıl göründüklerinden şikayet etmişlerdir. Bu şikayet ve kaygılar sonunda lenslerin gelişimini etkileyerek pahalı, acı verici bir merak olmaktan çıkarmış, yerini aldığı gözlük kadar yaygın olmasını sağlamıştır.


Önce Lensleri biraz tanıtalım. Lensler normal gözlükle düzeltilebilen bütün göz kusurlarında kullanılabilir. Tıpkı gözlük gibi göze gelen ışığı kırmak için göz önüne yerleştirilir. Lensten gelen hatalar,gözde temiz ve net bir görüntü elde etmek için lens tarafından oluşan hatalarla eşlenir. Gözlükte olduğu gibi, lenste de " İki yanlış bir doğrudur " kuralı geçerli.


Sert Lensler
İlk lensler 1887' de İsviçreli doktor A.E. Fick tarafından yapıldı.
(Özellikle midesi hassas olanlar ve kan, göz gibi şeylere bakamayanlar çok dikkatli olsunlar, çünkü bu buluş gerçekten ürkütücü)
Sert camdan yapılmış Fick'in lensleri bütün gözü kaplamak amacıyla gözküresinin yuvarlağı üzerinde acı verici bir şekilde yerleştiriliyordu! Çünkü Fick'in bu yuvarlağı ölçecek aleti yoktu ve her lens uzun bir deneme yanılma süresi sonunda göze uygulanabiliyordu. Bundan başka göz geçirgen olmayan cam örtü nedeniyle hava oksijeni ve gözyaşı kanallarından gözyaşını almamaktan ve sonuç olarak çabucak kuruyordu. Bunun sonucunda kişi birkaç saatte bir lensini çıkararak gözleri için solüsyon kullanmak zorunda kalıyordu.


Yarım yüzyıl sonra 1938'de oftalmologist Theodore Obrig, genellikle Plexiglass veya Lusit olarak adlandırılan saydam bir madde metil metakritilat plastiğinden ilk lensi yaptı. Obrig aynı zamanda lenslerin hızla uyumunu sağlayacak daha iyi bir gözölçüm metodu buldu. Bununla birlikte onun lensleri de hala gözün hassas dokusunu incitebiliyordu.
Bu rahatsızlığın yanında bir çift lensin pahalı olması cok az sayıda kişi tarafından kullanılmasına olanak veriyordu. Lens zamanla film yıldızlarının modellerinin ve atletlerinin ilgisini çekmeye başaldı.


1950' lerin başlarında şu anda kullanılan lenslere temelde çok benzeyen Cornea lenslerinin ortaya çıkışı büyük olay oldu. Çapı 10mm az olan ve en fazla 20 mm 'nin 1/25'i kalınlığındaki bu tip lenslerin sadece kornea'yı kaplıyor, Yani gözbebeğinin saydam dış tabakası ve çevresindeki renkli irisini örtüyordu. Bu tip lensler ince bir gözyaşı tabakasında yüzebilecek kadar hafif olduklarından göz yeterli oksijeni alabiliyor, dolayısıyla kişi bütün bir gün boyunca çıkarmayabiliyordu.
Ancak bu lensler yine de sert oldukları için uzun süren kullanımlarda kornea'da ciddi tahriş ve yaralanmalara yol açabiliyor, zaten günümüzde sert lens kullanımı da yok. ( Burada sert lens olarak adlandırılan, şimdiki uzun süreli kullanılan sert lens değildir )


Yumuşak Lensler
20 yıl sonra yumuşak lensler ortaya çıktı. Bu tip kontakt lensler göz şekline tamamen uyabilen yumuşak bir madde ve suyu kolayca absorblayabilecen hidrofilik plastikten yapılmışlardır.
Su oksijenin lenslerden geçirilmesinin sağlayarak gözün kurumasını önlemektedir. Bununla birlikte lensin kurumaması için özen gösterilmelidir. Araştırmacılar lenslerin su absorblama kapasitelerini yükseltecek şekilde geliştirdiler ve böylece göze büyük bir rahatlık sağlandı. 1970'lerin ortalarında birkaç firma haftalarca takılabilecek lensler ürettiklerini açıkladılar.


Uzun kullanımlı lensler olarak adlandırılan bu lenslerin sadece periyodik temizlenmeler için çıkarılmaları gerekiyordu. Bu konuda en yeni buluş olan 2 odaklı lensler geleneksel 2 odağın ayrı lensler üzerinde eşleştirilecek şekilde yerleştiriliyor. Lensin tepesi ile tabanı arasında bir ağrılık farkı bırakılarak göze daima doğru bir şekilde durması sağlanıyor.


Lenslerin icadı ve gelişimi böyle, ancak ben de lens kullanan biri olarak birkaç gün sonra lens takıp çıkarmanın son derece zahmetli bir iş olduğunu farkedip kullanmayı bıraktım. Son çıkan lazer teknolojisi ile 5 dakikada yapılan göz ameliyatları daha cazip geliyor insana. Sağlam gören göze dokunmak, ameliyat ettirmek ne derece doğru o da ayrı bir tartışma konusu tabi ki...


HAVAİ FİŞEKLERİN İCADI
Gece gösterilerinde ve şenliklerde renk renk ışıklar saçan havai fişekler, yakından görenlerinizin bildiği üzere genellikle kartondan yapılan ve içine izel bir patlayıcı karışımı doldurulan uzun tüp biçimindeki bir kovandan oluşur. "Piroteknik karışım" dene bu fişek dolduları havanın oksijen olmadan da yanabilen özel bir karışımdır. Kapalı bir kabın içinden yanan mum, içerideki havanın oksihenini bitince söner; oysa fişek kovanının içinde hiç hava bulunmadığı halde bu karışım tükeninceue kadar yanmayı sürdürür. Çünkü karışındaki maddelerden biri sürekli olarak oksijen açığa çıkarır ve kapalı kovandaki yanma olayının gerçekleşmesini sağlar.
Yüzyıllarca fişek karışımında oksijen verici madde olarak güherçile(potasyum nitrat) kullanıldı. Bu tuz bütün doğu ülkelerinde bulunduğu için fişkeçilik doğuda, özellikle Çin'de gelişmiş ve güherçile, kükürt, odunkömürü karışımından hazırlanan ilk fişekler burada yapılmıştır. Aynı maddelerin karışımı olan barutun, daha doğrusu kara barutun Avrupa'da tanınması ve ateşli silah mermilerinde patlayıcı olarak kullanılması ancak 14. yüzyıla rastlar. Oysa bu tarihten çok önceleri Çin'de barut doldurulmuş havai fişekler savaş ve gösteri amacıyla kullanılıyordu.


Avrupalılar havai fişek yapmayı Çinliler'den öğrendiler ve 13. yüzyıl boyunca fişekçilil önce İtalya'da ,sonra Fransa'da ve bütün öbür Avrupa ülkelerinde hızla gelişti. Başlangıçta yalnızca dinsel festivallerde düzenlenen havai fişek gösterileri 18. yüzyılda ,büyük Avrupa kentlerinde çok ilgi çeken gösteriler haline geldi. Sonuçları hemen her ülkede ulusal kutlamaların ayrılmaz parçası olan bu gösterileri genellikle uzmanlar yönetirdi.


19. yüzyılın başlarına kadar havai fişek yalnızca bildiğimiz sarı alev renginde ışıklarını saçardı. 18. yüzyılda potasyum nitratın kimyasal bileşimle elde edilmesi renkli fişeklerin yapılmasına olanak hazırladı. Çünkü potasyum kloratlı karışım yeterince açığa çıkaracak biçimde yandığında, bu karışıma katılan çeşitli metaller gaz haline gelerek alevi renklendirebiliyordu. böylece baryum tuzlarıyla yeşil, stronisyunla kırmız, sodyumla da sarı kıvılcımlar saçan havai fişekler yapıldı. Bakır ise potasyum nitratın yanmasıyla açığa çıkan klor gazının etkisiyle mavi renk verir.


Havai fişeklerin bir bölümü renk renk alevler ve yıldızlar saçarak yanar; bunların kovanları incedir ve içindeki patlayıcı karışım tükenene kadar yanmayı sürdürür. Kıvılcımlar saçarak havaya fırlayacak biçimde yapılan ikinci tip havai fişeklerin kovanı ise yanmayacak kadar kalın ve sağlamdır. Bunlar, kovanın içindeki yanma sonucunda açığa çıkan gazların basıncıyla havaya fırlar ve karışımın tam olarak yanmamış parçacıklarını bir kıvılcım yaağmuru gibi dört bir yana saçarak görkemli görüntüler oluştururlar. Bu patlamalı kıvılcım yağmurunu yaratmak için kovana genellikle demir ve çelik parçaları, kandil isi ya da bol miktarda odunkömürü koyulur.


Havai fişekler geçtiğimiz ay Hollanda'da yaşanan havai fişek fabrikasının patlaması gibi çok ciddi sonuçlara yl açabileceği gibi, bir çok ülkede çocukların roket ya da maytap biçimindeki fişeklerden zarar görmelerini önlemek üzere satışı yasaklanmıştır ve havai fişek gösterileri uzmanların denetlemi altında düzenlenmesi gerekir. Günümüzde ise bu kurallar hiçe sayılarak özellikle yazlık mekanların önüne gelenlerin atış poligonuna dönüşmesi umarım uyarılarımı gerçeğe dönüştürecek olayların yaşanmasına engel olur.Bilinçli eğlenmemiz dileğiyle.


YOYO
Hepimizin çocukken oynadığı oyuncaklardan olan Yoyo,günümüze kadar bir çok aşamalardan gelerek bizleri eğlendirmiştir.
Yoyonun, ilk olarak Çin'de kullanıldığına inanılmaktadır.Ancak yoyo hakkında ilk tarihsel metin M.Ö 500 yılında Yunan metinlerinde görülmüştür.Bu eski oyuncak ağaç kabuğu ve metaldan yapılmış bir diskten oluşmuştur.Bu zamanda yapılmış ve şu an Yunanistan'daki Atina Milli Müzesi'nde bulunan çömlek vazo'da Yunan Gençliği'nin yoyoyla oynarak eğlendiği anlaşılır.Eski zamandan kalma Mısır'lı tapınakların üzerindeki resimlerde Mısırlıların'da yoyoyu kullandığı bilinmektedir.


Çinlilerin kullandığı yoyo
Yine tarihi kayıtlar göstermekteki ,16. yüzyılda Filipinli avcılar ,vahşi hayvanları ,ağaçtan yapılan bir cisim ve uzun bir ipi ,avlarının altına atmak suretiyle yakalamışlardır. Bu silahtaki ip yukarı çekilir ve av ip içerisinde çabalayarak döner.Bu ,pratik yoyonun u silahın ,günümüz yoyosuna ilham verdiği söylenmektedir. Fakat , bunun tamamen bir hayali bir fikir olduğu gözümüzden kaçmamalıdır.


Yoyo'nun çıkış noktası ister Çin olsun ,ister Filipinler ya da Mısır ,sonuçta Yoyo çok uzun bir zaman periyodu içerisinde çocukların favori oyuncağı olduğu aşikardır.
Yoyonun bahsi geçtiği bir diğer tarihçe ise 1765'de yapılan bir hindistan kutunun varlığıdır.Bu ufak kutunun üzerinde elle çizilen yoyosu ile oynayan kırmızı elbiseli minik bir kız çocuğunun resmi vardır.
Bundan 25 yıl sonra ise yoyo bir şekilde Avrupa'ya seyahat eder.Böylece yoyo artık İngiliz ve Fransız Aristokratlarının elinde bulunuyordu.


Tarihler 1789 yılını gösterdiğinde ise ,yapılan bir temsili resimde geleceğin kral adayı 4 yaşındaki 17.Louis'in elinde bir L'emigrette(yoyo) bulunmaktaydı.Fransız yaşam biçimleri ve köylülerin ayaklanması sırasında Fransız Aristokrasisinin Paris ve Almanya'ya gitmeye zorlanması sıralarında cam ve fildişinden yapılmış yoyolar ,aristokratların elindeydi. L'emigrette burda "ülkeden ayrılmak" anlamına gelen fransız terimidir.Yoyo'ya Fransa'da verilen bir başka isim ise "De Coblenz"(Fransız şehri).Aslına bu isimler, oyuncaklar ile Fransız devrimi arasında önemli tarihsel bağlantıyı yansıtırlar.


Yoyo Fransa boyunca yayıldı ve genelde stress atmak içinde kullandı.Artık ismi JOUJOU DE NORMANDIE olmuştu. Bu da Amerikalıların Yoyo olarak isimlendirdiği oyuncağın isim kökünü oluşturmuştu. Oyuncağa olan bu ilgi Figaro'nun Düğünü adlı piyes'te de dile gelmişti.Piyes'in yazarı BEAUMARCHAIS yoluyla delillendirilen bu oyunda sıkıntı atmak için yani düşüncelerinizi boşaltmak için oyuncakların araç olduğu söylenmişti.


Daha sonralari İskoçya ve Fransa'dan geçerek çılgın yolculuğuna İngiltere'de devam eden yoyo, İngiltere'de fransızca bir kelime olan bandrole olarak adlandırıldı. Bunun anlamı Fransız züppesi idi.1791'de ise ileride kral olarak 4. George bu bandrole ile eğlendi.Kral adayının bu oyuncağı kullanması İngiltere'de Yoyo'nun popüler oyuncak olmasında önemli rol oynadı.Ve ünlü kimseler yoyoyu elinden bırakmadı.


Amerika'da yoyonun kullanıldığına dair ilk kayıt 1866 tarihlidir.O zamanlar taşıt yoluyla Ohaio'ların evlerine ulaşan yoyo "improved bandrole" yani gelişmiş bandrole olarak patenti alındı.1 yıl sonra ise Alman göçmen Charles Kirchof ,dönen tekerleği endüstriyel yoyoya ilk ivmeyi verdi.Artık yoyo ticari bir oyuncak olmuştu.1911'lere kadar ,çeşitli patentlere karşın yoyo, pek de önemsenmedi. Ta ki Ünlü Scientific Amerikan dergisi 1916 yılında yoyo hakkında bir makale yayınlayıncaya kadar.Makale de oyuncağın Filipinerden geldiği anlatılıyordu.Ve yoyo olarak isimlendirdi.Bunun sebebinin de Filipinlilerin kullandığı kelime olan yoyonun "come come"( gel gel )ve " to return(geri dönmek)" anlamını taşımasıydı. Bu makalenin üzerine yoyo tüm Amerika'da duyuldu.


Bu arada Filipinlere geri dönersek , Filipin yerlilerinin bu oyuncak konusunda uzman olduğu söylenebilir.Yoyoyu harika oyma tekniklerini kullanarak odunu biçimlendirirek oluşturmuşlardı.Daha sonra ip yardımıyla dingili döndüren sistemi geliştirdiler. Ve bugünki yoyonun kalıbını bu şekilde yön vermişlerdir.
1928 ve 1929 yıllarında iş adamı DONALD F DUNCAN, San Francisco'da iken yoyonun geleceğini gördü ve Yoyonun kaderini çizdi. Aslında Yoyoseverler Duncan'ın bazı kararlarını olumsuz gibi algılasalar da ,bir bakıma da yeni yoyosevlerin bu yolla oluşacağından seviniyorlardı.


1946 yılında Duncan Şirketi saatte 3600 yoyo üretmeye başlamıştı.Ve her yıl 1 milyon yoyonun yolu açılmıştı.Akçağaçtan yapılan yoyolar dünyayı kasıp kavuruyordu. 1960 yıllar plastik yoyonun yıllarıydı. Satışlar git gide artıyordu.Ve Dunca Şirketi 45 milyon yoyoyu 40 milyon çocuğa satmayı başararak bir rekor kırdı.
Duncan şirketini bu iş iyice sardı ve mesai fazlası ücretlerlendirmelerle, televizyon reklamlarıyla şirketi geliştirdiler. Ancak bu işte tek olmadıklarını anladılar.Bir çok rakip firma oluşmaya başladı ve Duncan Şirketi'nin üzerine gelmeye başladılar. Federal Mahkemeye YOYO ismi hakkında Duncan Şirketi'nin patent alamayacağı konusunda başvurdular.


Ve Duncan Şirketi trajik iflasın eşiğine geldi.Bu gelişmenin üzerine Flambeau Plastik Şirketi "Duncan" ismini yüklü bir ücret karşığında satın aldı.Bugün DUNCAN Yoyolarının onbir farklı modelini imal eden ve satan FLAMBEAU plastik şirketidir.6 Haziran ise Donald Duncan şerefine milli yoyo günü sayıldı.


Son yıllarda teknoloji kullandığımız ürünleri kat kat arttırdı.Görünüşte basit YOYO , hiç istisna olmadı.
Yoyo Amerika'da oldukça tuttu ve uğruna bir çok milli organizasyon gerçekleşti. Dünyanın her yerinden gelen YOYOcular bu yarışmalarda hünerlerini sergiledi. Hatta yarışmalara bazı katı kurallar konuldu. Örneğin yarışmaya katılan yarışmacılara Dünya'nın her yerini gezme şartı konuldu. Bu kimimize anlamsız gelebilir ama bu kural sayesinde yoyo bayağı bir yol katetti ve dünyadaki ününe ün kattı.Ünlüler koleksiyonlarını sergiledi ve oldukça yüksek ücretlerle müzayedelerde satıldı.
Bunun yanında yoyo bilimsel alanlarda da kullanıldı. Örneğin NASA bu konuda oldukça ayrıntılı bir çalışma yaptı.1996'da uzaya yolladığı STS-75 uydusu ile yoyo artık uzaya da ayak basmış oldu. Bu salınım belki küçüktü ama insanlık için büyük hareketlere neden olması şüphesizdi.Bu konuda NASA astronotu ile yapılan bilimsel röportajda sorulan soru ve cevabı şöyle idi:


"KUVVET ERGOMETER NE OLDUĞU AÇIKLAYABİLİRMİSİNİZ ? "
"YOYO yu İsviçreli araştırmacılarla birlikte deneysel olarak kullandık. YOYOYU aşağı atarsınız ve açılır ve yoyo içindeki enerjiyi bildirirsiniz."


Burdaki amaç yoyonun yaptığı hareketini ve yavaş dönüşümü incelemekti.Yoyonun yaptığı hareket sonrası biriken enerji ise ilginçti. Yoyo nasıl enerjiyi tutuyordu? Bunun cevabını bulduklarında ise artık araç içindeki insan hareketlerini kontrol edebileceklerdi. Bildiğiniz gibi yoyoyu aşağı atarsınız ve bir sonraki gelişinde onu aşağı çekecek hiç bir ağırlık yoktur.
Yoyo daha uzun süreler bilimsel ve sosyal alanlarda kullanılacağa benzer. Nerden geldiği hiç bir zaman kesin olarak bilinmesede, yoyonun nereye gideceği mutlaka bellidir. Sizi klasik bir yoyo sloganıyla başbaşa bırakıp , yazıma son vermek istiyorum HER ZAMAN GERİ GEL


ASKERİ HABERLEŞME SİSTEMİ
Güzel Aktris Hedy Lamarr'ın, Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasına yardım edeceğini kim tahmin edebilirdi ki?
2000 senesinin Ocak ayında hayata gözlerini yuman Hedy Lamarr, şüphesiz, güzelliğiyle bütün gönüllerde taht kurmayı başarmış bir aktris idi. Lakin, onu çok özel bir kişi yapan daha başka birşey vardı. Amerika'nın 2. Dünya Savaşı'nı kazanmasını sağlayacak ilk askeri haberleşme sistemini George Antheil'in yardımları ile vücuda getirdi.


Kariyerinin altın çağında, Lamarr ve George Antheil, vücuda getirdikleri bu sistem için patent aldılar(10 Ocak 1941). Bu haberleşme sistemi genellikle denizaltılar için daha uygundu. Sistem tam bir şaheser idi. Bir verici ile alıcının arasında eşit olmayan aralıklarla değişen radyo dalgaları ile sağlanan bağlantı prensibine göre çalışıyordu.
Bir mesaj gönderildiğinde verici ve alıcı, mesajı özel bir koda göre aynı anda değiştirir. Yani, verici mesajı şifreler ve alıcı bu mesajın şifresini kırar ve okunabilir hale çevirir. Bu haliyle bu haberleşme sistemi çok güvenli bir sistem olmuştur.
Viyana doğumlu Lamarr, öylesine hayırseverdi ki, bu buluşun patentinden para kazanmayı reddetmiş, ve öylesine mütevaziydi ki işin büyük kısmını yardımcısının yaptığını söyler, kedine pay çıkarmazdı.


Dijital elektroniğin daha henüz adının telafuz edilmediği senelerde böyle bir buluşun sahibi olan Lamarr'a bir dahiymiş gibi bakan insanlar, kendisine çok saygı duyuyorlardı. Kim bilirdi, koskoca günümüz Network teknolojisinin arkasından bir aktrisin olacağını. Umarım Lamarr, insanlığa yapmış olduğu iyiliğin büyüklüğünü, son senelerde büyük yeniliklere sahne olan internet ve enformasyon teknolojileri sektöründeki gelişmelerden görmüştür. İnsanoğlu son yıllarda kablosuz erişimde birçok atılım sağladı. Bunların hepsi şüphesiz o buluşa dayanmaktadır. Hollywood deyip te geçmeyelim, Hollywood'dan ne cevherler çıkıyor.


RADYONUN İCADI
Televizyon bugün en yaygın elektronik haberleşme şekli olmasına rağmen bir zamanların gözde aleti radyo hala en yaygın yayıncılık aracı olarak yerini korumakta. Radyo olmaksızın, günlük yaşamımızda yer alan birçok hizmet ve konfor mümkün olmayacaktır. Radyo, halkın emniyetinin sağlanmasında, endüstriyel üretimde işletmede, tarımcılıkta, nakliyatçılıkta eğlence dünyasında uzay seyahatlarında deniz aşırı haberleşmelerde kısacası aklınıza gelebilecek birçok noktada kullanılmaktadır.


İtalyan kaşif Guglielmo Marconi radyonun babası olarak kabul edilir. İngiliz bilimadamı James Maxwell 1865 yılında elektronik olarak üretilen radyo dalgalarının yayılma teorisini kurmuş ve Alman fizikçisi Heinrich Hertz, 1888 yılında Maxwell'İn teorisini pratik olarak gerçekleştirerek bu konuda öncülük etmişlerdir. Marconi ile birlikte 1898 yılında ilk radyo resmen doğmuş oldu. İlk kullanımı gemiden sahile haberleşme içindi. 1923 yılında yüksek frekans radyo dalgalarının iyonsfer'e çarparak dünyaya döndüğü ispatlanınca radyo, deniz aşırı haberleşme de dahil olmak üzere hızla yaygınlaştı.


İlk radyo 3 S 'i iletti.
İlk keşif şu şekilde gerçekleşti: Marconi bir gemide geliştirdiği radyo(!) ile kıyıda bulunan hizmetçisine kablosus telgraf aracılığıyla 3 tane S harfi yolladı. Mignani'nin asistanı da sinyali aldığı zaman ateş edecekti.. Marconi 3 S'i yollama komutunu verdiğinde yeryüzünde ilk defa radyo dalgaları yayıldı, 3 S uzayda dolaştı, dolaştı ve alıcıya ulaştı. Alıcıya ulaştığını gören hizmetçi Mignani tetiği çekti. Deney başarılıydı. Böylelikle ilk radyo da pratik olarak çalışmış oldu .


İlk ütü ısıtılmış bir taştı
Ütünün icadı 17.yüzyıl başlarına kadar dayanıyor. Giysileri düzleştirmek için ısıtılmış ağır taşlar kullanılıyordu. Daha sonra saplı düz demir plakalar ateşte ısıtılmaya başlandı. Fakat bu yöntemle ısı uzun süre korunamıyordu. Bu yüzden demir plakaları oyarak içlerini kömür közüyle doldururlardı. 1888'de Amerikalı Henry W. Seely elektrikli ütüyü icat etti. İki çubuk karbon arasında kurduğu kablolu elektirik köprüsüyle demirin ısınmasını sağlıyordu. 1926'da New York'da Eldec kuru temizleme şirketi ilk buharlı ütüyü kullanmaya başladı...


Çatalı ilk kullanan Türklerdir!..
İlk sofra aletinin kaşık olduğu kabul ediliyor. İstiridye gibi deniz hayvanlarının kabukları kaşık niyetine kullanılıyordu. Sonra bu kabuklara çubuk eklendive kaşık icat edildi. Çatal ise Yunanlar ve Türkler tarafından dini törenlerde kullanılıyordu. Ortaçağ'da insanlar eti bıçak ile kesiyor, sonra aynı bıçağı kestikleri parçaya saplayıp bunu yiyorlardı. Zaman içinde iki bıçak kullanılmaya başlandı. Biri ile et tutuluyor diğeri ile kesiliyordu. Ancak et tabakta çok fazla döndüğü için zamanla bıçağa iki diş daha eklendi. Böylece modern çatal doğdu. Çatal bıçağın bir takım halinde kullanılması 18-19. yüzyılda yaygınlaştı.




MUTFAK
Birçok firmanın mutfaklar için yeniklik getirme çabaları da sürüyor. Bu çabalar sonucu ilginç aletlerden biri de ''istenilen ölçülerde tereyağı dilimleri kesme'' aparatı. Pizza, pide ve börek gibi yiyecekleri kesmek için üretilen alet ise hem bıçak hem de çatal işlevini görüyor.


EVCİL HAYVANLAR
Evimizin sevimli dostları olan kedi ve köpeklere yönelik üretilen ''köpek kurutma cihazı'' ve ''köpek taşıma çantası''nın yanı sıra köpeklerin çok sevdiği top getirme oyunu için de özel bir alet üretildi. Otomatik top fırlatma makinesi, köpeğe zevkli dakikalar yaşatırken, köpeğin sahibini de kolunu yorma zahmetinden kurtarıyor. ''Dijital köpek tasması'' ise kaybolan köpeğin yerinin GPRS ile belirlenmesini sağlıyor.


SPOR
Bilardo oynarken topun istendiği yere gitmesi amacıyla falso veya çektirme gibi vuruşlar için topa vurulacak noktanın önemli olduğunu dikkate alan tasarımcılar, özel ışıklı bilardo sopası geliştirmiş. Golf oynayanların kaybolan topları arama sıkıntısı da mikroçipli topların yerini bulan minik radarla ortadan kaldırılmış. Motosiklet tutkunlarını da unutmayan tasarımcılar, kaskın üzerine yerleştirdikleri kamera ile arka tarafı tam olarak görmeye imkan
sağlayan optik bir cihaz, dağcılar içinse pille ısıtılabilen elbise ve eldivenler geliştirmiş.


YIKANABİLEN KLAVYE
Bilgisayar kullanıcıların en büyük sıkıntılarından biri olan klavyelerin kirlenmesi de artık dert olmaktan çıktı. Bir firma tarafından geliştirilen klavye, yıkanabilir özelliğe sahip.


TOST YAPARKEN MÜZİK DİNLEYİN
Gökyüzünü seyretmekten zevk alanlar için geliştirilen özel koltuk,ayrıca tost yaparken müzik de dinlemeye olanak sağlayan radyolu tost makinesi yapılmış.


ÜŞÜMEDEN KARTOPU OYNAYIN
Mucitler, kartopu oynamayı seven ama ellerinin üşümesini istemeyenler için de düzgün kartopu yapan dondurma kaşığına benzer alet tasarlamış.


BANYO ALETLERİBanyo ya da duştan sonra kulak kanalını kurutmak için üretilen mikroçipli kulak kurutucusu, çipi sayesinde ıslak kulak bölümlere sıcak hava üfleyerek, ''insanları büyük bir dertten kurtarıyor.''


SİNEKSAVARÖzellikle yaz aylarının istenmeyen konukları sinekleri itlaf etmek için kullanılan raketler, tasarımcıların elinde ''avlarken eğlen'' aletine dönüştürülmüş. Raket, sineğe vurulduğunda ''yakaladım seni'' gibi sözlerle avcıyı teşvik ediyor.


KENDİNİ TARTAN BAVUL
Yolculuğa çıkacakların bagajlarının ağırlığını ayarlayabilmeleri de 'kendini tartan bavul'', hizmete sunulmuş. İçine konulan eşyanın ağırlığını gösteren bavul, özellikle uçak yolculuğu yapacakların istiap haddini aşarak fazla ücret ödemelerinin de önüne geçmeye yarıyormuş.


Ruhun ağırlığı teorisi
Filozoflar uzun yıllarca eğer ruh varsa madde mi yoksa başka bir formda mı olacağını tartıştı. 1900'lerin başında Amerikalı bir doktor olan Duncan MacDougall tüberkülozlu hastalarını incelemeye alarak, onlar ölür ölmez ağırlıklarında bir değişme meydana gelip gelmediğini ölçtü. Sonuçta ölüm anında altı hastadan dördünün ağırlığının 21 gram azaldığı görüldü. Bu buluşun zekice mi yoksa sadece tuhaf mı olduğu netlik kazanmadı ancak olağandışı önermelerin olağandışı kanıtları olması gerektiği mantığıyla ortada kaldı. Henüz deneyi modern imkânlarla tekrarlayan çıkmadı.


Sudan bilgisayarlar
1960'larda suda çözülen moleküllerin zamanla suyun yapısını değiştireceği fikri ortaya atıldı. Tuhaf olmasına rağmen deneyler bu fikri kanıtlıyordu. 1988'de Fransız bilim adamı Jacques Benveniste, suyun bu değişen yapıyı, içindeki moleküller seyreltildikten sonra bile 'hatırladığını' iddia etti. Bu iddianın doğruluğu halinde sudan bilgisayar hafızası yapılabilecekti. Ancak bu buluş da tekrar denenmeden bilim dünyasının 'tuhaf' rafına kalktı.


İneklerin ısınmaya katkısı!
Einstein her sabah çorap giyip her akşam çıkarmanın kendisine bir yaşam boyu yüzlerce saat kaybettireceğini hesaplayıp çorap giymekten vazgeçmişti. Tıpkı bu saçma görünen hesap gibi son yıllarda bilim adamları ineklerin çıkardığı metan gazı miktarını hesaplayarak küresel ısınmaya olan katkısını ölçüyor. Ancak sorun öyle ciddi ki, Avustralyalı uzmanlar ineklerin gaz çıkarmasını engellemek için genetik değişiklikler üzerinde çalışıyor.


Yıldırımı yakalamak
1752 yılında Fransız Thomas Francois D'Alibard, yıldırımı yakalayıp bir şişeye koymak üzere bir deney yaptı. Yardımcısı Coiffier'i fırtınalı bir günde üç boş şarap şişesiyle desteklenmiş bir tahtadan oluşan bir sandalyenin üzerine oturttu. Coiffier elinde 15 metrelik bir demir çubuk tutuyordu ve çubuğun alt ucu, alüminyum folyoyla sarılmış bir şişeye bağlıydı. Bu çılgın fikir işe yaradı, Coiffier hayatta kaldı ve Benjamin Franklin'in yıldırımın elektriğin bir formu olduğuna dair görüşü ilk kez kanıtlandı.


Bilinç genişletmek için
Eski Mısırlılar, kafataslarındaki basıncı serbest bırakmak için kafataslarına delik açarlardı. 1960'larda Joey Mellen ve Amanda Feilding, 'bilinçlerini genişletmek' amacıyla bu operasyonu gerçekleştirmeye karar verdi. Ancak operasyonu uygulamayı kabul edecek doktor bulamayınca aynanın karşısına geçip, matkapla işlemi kendi kendilerine gerçekleştirdiler. Şaşırtıcı şekilde hayatta kaldılar, deneyimden sonra kendilerini daha iyi hissettiklerini açıkladılar. İkili daha sonra evlendi, normal bir aile hayatı sürdü. Amanda Feilding, yaşadığı deneyimle ilgili 'Heartbeat' isimli bir film çekti.


Ve bir de değeri anlaşılan
Britanya'daki Bristol Üniversitesi'nden Michael Berry, kurbağaların havada asılı kalmasını sağlayacak metot üzerindeki çalışmalarıyla Nobel ödülü almıştı. Fizikçiler bu çalışmayla asla dalga geçmedi, çünkü metodun amacı yerçekimsel ve manyetik güçleri dengeleyerek havada sabit durabilmeyi sağlamaktı. Daha sonra bu teoriyi kanıtlayan deneyler de yapıldı. Havada yavaşça dönerek aşağı inen kurbağaların fotoğrafları hâlâ bilim dünyasının en önemli ikonları arasında bulunuyor.
,





SERSERILER NE AGLAMAYI NEDE SEVMEYI BILIRMIS,
OLAKI SEVDI BIR KEZ SEVERLERMIS VE OLAKI AGLADI GOZYASININ DUSTUGU YERDE OLURLERMIS.

TeXaS

,





SERSERILER NE AGLAMAYI NEDE SEVMEYI BILIRMIS,
OLAKI SEVDI BIR KEZ SEVERLERMIS VE OLAKI AGLADI GOZYASININ DUSTUGU YERDE OLURLERMIS.